HEPİMİZ diğer bir insanın bedenini doğrudan görebiliriz. Dudakların hareket ettiğini, gözlerin açılıp kapandığını, ağız çizgilerinin ve yüzün değiştiğini ve bedenin kendini bir bütün olarak eylem içinde ifade ettiğini görürüz. Ama onları fiziksel olarak görebilmemiz, onların ruhlarını, duygularını, düşüncelerini, yaşadıkları travmaları görebildiğimiz anlamına gelmez.
İnsanın KENDİSİ, VARLIĞI görünmezdir. İletişimlerimizi ise insanların BEDENLERİ ile DEĞİL, VARLIKLARI ile yaparız.
Bizler birbirimize, kendimize olduğundan daha belirgin görünürüz. İnsanların görünür yanı ile görünmez yanı kolayca ayırt edilebilseydi, başka bir insanlıkta yaşardık.
İçerik Başlıkları
Toggleİnsan Nedir?
İnsan bütün düşünceleri, duyguları, duyarlıkları, imajinasyonu, hayalleri, rüyaları, fantezileri ile görünmez bir varlıktır. İnsanın entrikalarına, planlarına, sırlarına, hırslarına, bütün ümitlerine, korkularına, şüphelerine, şaşkınlıklarına, tüm muhabbetine, kılı kırk yarmalarına, dalgınlıklarına, belirsizliklerine, tüm arzularına, heveslerine, iştahına, duyumsamalarına, hoşlanmalarına, hoşlanmamalarına, tiksintilerine, cazibelerine, sevgisine ve nefretine ait olan şeylerin hepsi görünmezdir. Bunlar ise, kişinin “KENDİ”sini oluşturur.
Bizler, diğerleri için sandığımızdan hem daha çok ve hem de daha az belirginizdir. Ama tüm bu içsel durumlar, ruh halleri, düşünceler vb. kendileri görünmezdirler ve başkalarında onlardan görebildiklerimiz sadece kas hareketleri yoluyla ifade edilen birkaç harekettir.
Hiç kimse düşünceyi görmez, göremez. Hiç kimse, ne düşünüyor oduğumuzu bilmez. Diğer insanları tanıdığımızı imajine ederiz ve birbirimize dair edindiğimiz bu imajlar, birbirini seven ve birbirinden nefret eden kurmaca insanlar dünyasını oluşturur.
Benim için herhangi birini taniyorum demek imkansızdır ve aynı şekilde, başka birinin de beni tanıdığını söylemesi imkansızdır. Çünkü bütün bedensel hareketlerinizi ve dış görünüşünüzü kolaylıkla görürken ve hakkınızda, zihninizde olmayan yüz binlerce görsel izlenime sahipken ve sizi manzaranın bir parçası, evin bir parçası, caddenin bir parçası olarak görmüşken ve hakkinizda, hep bilmeyi arzu ettiğiniz bir bilgiye sahipken bile içinize bakamam ve ne olduğunuzu bilemem; ve bunu asla bilemeyeceğim. Ve ben, bu görünebilir tarafınıza, görünen tüm yaşamınıza doğrudan erişebilirken siz ise kendi görünmezliğinize doğrudan erişime sahipsiniz ve bunu kullanmayı öğrendiğiniz takdirde bu görünmezliğinize doğrudan erişimi olan yalnızca sizsinizdir. Ben ve diğer herkes sizi görüp duyabilir.Bütün dünya sizi görüp duyabilir. Ama yalnizca siz, kendinizi bilebilirsiniz.
Dolayısıyla bizler, iki sistemli kaldıraçlar gibiyiz; biri bütünüyle bir yönün yararına, diğeri bütünüyle diğer yönün yararına çalışıyor.
Görünmez insanların dünyasında yaşadığımızın farkında değiliz. Hayatın diğer her türlü tanımından önce, görünür ile görünmez arasında bir drama olduğunu anlamıyoruz.
Kendini Bilmek
Görünmez olduğumuz fikrinin tanımı, onun idrakinden farklıdır: ancak herkesin ve kendimizin bu görünmezliği üzerine farklı açılardan düşünebiliriz.
İnsan kendi görünmezliğini kavramadan “görünmez” dünya hakkında da asla bir şey anlayamayacağımıza inanıyorum.
Bu ise belli tarz bir çabayı gerektirir; bir diğer insanın asli görünmezliği ve bilinmezliğinin biraz farkına varmak için gerekli çabaya benzer nitelikte bir çaba. Bu bağlamda, kendi varoluşumuzu (bağımsız varoluş, özdenlik) idrak etmeden diğer bir insanın varoluşunu herhangi bir gerçek şekilde asla idrak edemeyeceğimize inanıyorum. Özdenliğinin gerçek bir deneyim olarak idrak edilmesi, kişinin kendi asli görünmezliğinin idrak edilişidir.
Bizim olağan varoluşumuz dışsal şeylerden türetilmiştir. Kendimizi para, giysiler, mevki gibi dışımızda olan bir şeyin içinde hissetmek için görünen dünyanın içine girmeye çalışırız; yani kendimizden dışarı çıkmak için. Noksan olduğumuz şeyin dışımızda, duyu organlarımızın bize çizdiği dünyada olduğunu hissederiz. Bu doğaldır, çünkü duyular dünyası belli ve açıktır. Bizler, adeta onun diliyle ve ona yönelik düşünmekteyizdir.
Zorluklarımızın çözümü -bir şeyler elde etmek, saygı görmek gibi-ònun içindeymiş gibi- görünür. Dahası, bizler görünmezliğimize dair ufacık bir ipucunu bile desteklemeyiz ve bir taraftan, duyular kanalıyla belirli tek bir dünyayla ilişkideyken diğer taraftan,o kadar da belirli olmayan diğer bir dünyayla – duyular tarafından oluşturulan dünya kadar karmaşık ve değişik olup içinde,tıpkı oradaki kadar arzu edilen ve edilmeyen birçok yere sahip bir dünyayla- “anlama” yoluyla ilişkide olabileceğimiz üstünde durup düşünmeyiz.
Bedenlerimiz görünen dünyada durmaktadır. Görme ve dokunma duyularının ulaşabileceği üç boyutlu mekanda durmaktadırlar. Bedenlerimizin kendileri üç boyutludur. Uzunlukları,yükseklikleri ve genişlikleri vardır. Mekanda “katı cisim”lerdir.Ama biz kendimiz bu üç boyutlu dünyada değiliz.
Örneğin, düşüncelerimiz üç boyutlu katı cisim değiller. Bir düşünce, bir diğerinin sağında veya solunda değil. Yine de onlar bizim için yeterince gerçek değiller mi? Gerçekliğin dıştaki üç boyutlu dünyada var olanlarla sınırlı olduğunu söylersek, bu durumda içerideki tüm düşünce ve duyguların gerçek olmadığını varsaymaliyiz.
Iç hayatımızın, -kendimizin- duyular tarafından algılanabilir olan o mekanda bir yeri yoktur. Ama düşünceler, duygular ve imajlar mekanda bir yere sahip değilse bile onların başka tür bir mekanda yerlerinin olduğunu düşünmek olasıdır. Geçen zamanda bir düşünce diğerini takip eder. Bir duygu bir süre devam eder, sonra kaybolur. Zamanı dördüncü bir boyut veya mekanın yüksek bir boyutu olarak düşünürsek, içsel hayatımızın; duyularımızın ulaşabileceğinden daha çok boyutu olan bu”yüksek” mekan veya dünyayla ilişkisi varmış gibi görünür. Daha yüksek boyutlu bir dünya edebiliyorsak bu durumda -açık söylemek gerekirse- dokunup gördüğümüz, insanlarla karşılaştığımız üç boyutlu dünyada yaşamak yerine, ilk planda zaman olmak üzere varoluşun daha çok boyutlu formuyla çok daha yakın bir iletişimimiz olduğunu göz önünde tutabilmemiz gerekmektedir.
Dünyanın geldiği noktada insanoğlu ruhunu maddeye dolamış, madde içinde kaybetmiştir ve insan hayatını yoluna koymak için sadece dışsal, görünür dünya ile ilgilenmektedir. Bu durum, duyuları yoluyla ulaşabileceğinden başka bir “hakikat” yok demektir. Bu da demek oluyor ki, insan sürekli yeni makineler, şeyler icat edip yapmalı, görünür dünyaya ait daha çok bilgi toplamalı ve “doğayı fetetmeye” çıkmalıdır.
Bu bakış açısı, insanı dışarıya yöneltir. Kendi aktivite alanını sadece dışarıya yöneltir. Kendi iç dünyasını reddettiği, görmediği anlamına gelir. Yani insanoğlu artık zorluklarının çözümünün kendi dışındaki bir şeyde olduğu düşüncesindedir. Ve bu tutumla birlikte insanların oluşturduğu kitlesel organizasyonlara inanma, buna paralel varoluşun artık içsel olarak duyumsanmaması, bireysel farklılıkların yavaş yavaş ortadan kaldırılması kaçınılmaz olacaktır. İnsan daha çok bir makine, bir sürü, bir beşer varlık haline gelmektedir.
Sonuçta insanlar farklı bilgeliklere sahip olma gücünü de kaybetmektedir. Bunun yerine birbirlerini daha çok taklit etmektedirler. Kitlesel organizasyonları, kitlesel hareketleri mümkün kılan da tam olarak budur.
Halbuki insan kendi anlayışıdır. Yolda sahip olduğu olgular, icatlar veya donanımlar yığını değildir. Bilgi ve anlayış ile kendi içindeki merkezini, değerini bulur ve bu yolla dış şeylerin baskısına dayanabilir ancak.
Bu yüzden dış görüntü onu tamamlamaz ve dışsal hayat şartlarındaki herhangi bir iyileşme insanı gerçek ve derin anlamda tatmin (huzurlu ve mutlu) etmez, etmeyecektir. İnsanın içsel gereksinimleri vardır. Duygusal ve ruhsal hayatı, dışsal şeylerle doyurulmaz. Varoluşuna ANLAM verebilmek için fikirlere İHTİYACI vardır. İnsanın içinde büyüyebilecek ve gelişebilecek – kendinin daha ileri bir hali olan – o şey mevcuttur ama bu şey “yarınlar”da değildir. O şey BİLGELİKTİR ve bilgi ile gelir. Yukardan, üst bir bilgelikten ve rehberlikle gelir.
O zaman şunları sormak istiyorum sizlere:
- Varoluşun anlamı, bize göründüğünden daha fazlası olabilir mi?
- Beş duyumun gösterdiğinden daha büyük bir şeyin içinde yaşıyor olabilir miyim?
- İster bir ev, masa, sandalye, bir proje, bir fabrika, bir yazılım olsun, her şey önce zihinlerde bir fikir olarak başlamıyor mu?
- O zaman neden fikir ve bilgi de birer madde ve değer olarak görülmüyor? İnsanlar bilgi, beceri ve yetenekleri ile değil; ne olursa olsun ambalajları yani markaları, marka oluşları ile değerlendiriliyor?
- Önemli olan para, etiket, sahip olunan evler-arabalar-fabrikalar gibi dışsal olgular ise insanlar giderek daha mutsuz, huzursuz?
- Yaratıcılık para ile oluşsaydı her zengin insanın mucit olması gerekirdi. Yaratıcılığın ardındaki güç nedir?
- Herkes her şeyi artık Google ile biliyorsa elindeki mobil telefonundan Google’a ulaşabilen her insanın Einstein olması gerekirdi. Yapay zekanın zekası artarken neden insanın zekası getiriliyor?
Bilgi, tecrübe ile bilgeliğe dönüşür. Bilgiyi Google’a, teknolojiye aktardık. Ama henüz bilgelik bizlerin elinde. Çünkü bizler deneyimledik. Bilgiyi bir değer olarak kaynağından alıp ama onu kendi deneyimlerimiz, uzmanlıklarımız ile harmanlayıp bir ürün haline getirebilir, anlamlı sonuçlar üretebiliriz.
İnsanın içinde bir KAYNAK saklı olduğunu unutmayalım!
Yönetim & Dijital Dönüşüm Danışmanlığı ve Eğitimlerim hakkında bilgi almak ve toplantı planlamak için tıklayın!